Onun “Savrulmayı Bekleyen Harman” şiir kitabını Dereköy’de öğretmenken bulup okumuştum. O yıllarda eşim de, ben de çok hasta­lanıyorduk. Kaç kez ölümün ucundan döndük. Köy Enstitüsü çıkışlı oIduğum için sonuna kadar köy öğretmenliğinde hizmet vermeyi canımın ortasına koymuştum. Zaten yirmi yıl zorunlu hizmetim vardı. Az süre mi? Bir ömrün üçte biri, koskoca bir blok. Ama devlet 1946’dan, ‘50’den sonra başka devlet olup çıktı. Anlaşmayı tek yanlı bozdu; köylerde bizi ağanın, partici muhtarın, tafracı karakol
çavuşunun önünde yapayalnız bırakıverdi.

Bugün gericilik diye yakınıyorlar; yıllar önce var gücüyle biz köy öğretmenlerinin üstüne yürümüştü. Devlet taşları bağlamış, itleri salmışa benziyordu. Daha o zaman içinden alabildiğine ele geçirilmişti. Cumhuriyetin köylerdeki eğitimcileri olarak çaba harcayan bizleri buradan alıp dağların, illerin, bölgelerin, ardına sürüyordu. Buna karşılık saldıranlarımıza arka çıkıyordu. Sarılmış, kuşatılmış, eli kolu bağlı kalmıştık. Kolu bağlı da çama çıkılmaz. Gidip bir yüksek öğrenim görmek, halk karşıtı güçlerin önüne biraz daha güçlenip, örgütlenip dikilmek gerekiyordu.

Gidebileceğimiz yüksek okul sadece Eğitim Enstitüleriydi. Kendi­me göre bir plan yaptım. Resim bölümü sınavlarını kazanamadım. Ankara’daki Edebiyat bölümüne girer iki yıl okursam başkentin de ne mene başkent olduğunu içinden anlarım dedim.

Mahmut Makal o zaman Demirci’de öğretmen. Haberleşiyoruz. Dereköy’e gelip gitmişti. Sınavlara birlikte girecektik. Köye hizmet köyün dışından da verilebilirdi. Burdur, Konya üstünden, kamyondan in trene bin, trenden otobüse; o yılların yollarında tozların içinde sav­rularak Aksaray’a varacak, Mahmutla buluşup Demirci’ye, oradan da Ankara’ya geçecektik.

Konya’da bir gün kalıp Oğuz Tansel’i aradım. Ortaokulda mı, lisede mi öğretmen olduğunu biliyorum. Köy okullarından sonra şehir okulları da tatile girmek üzereydi. Kime sordumsa bana, “Senin O’nun­la ne işin var?” diye sordu. “Yahu tanışacağım, şiir kitabını okudum, önemli bir şair!” desem de inanmıyorlar, yüzüme kuşkuyla bakıyorlardı.

Onu ancak evinde bulabileceğimi söylediler sonunda. Evi de Öğretmenevleri Mahallesi’nde, yeni yapılmış. Yavaş yürüyen koopera­tiften bir pay. Kapıyı Oğuz Tansel’in eşi açtı. Kendimi tanıttım, Burdur’un bir köyünde öğretmen olduğumu söyledim. Aaa; Oğuz gibi eşi de öğretmendi; ama Oğuz ne yazık ki evde yoktu, köyüne gitmişt. Kimbilir ne zaman gelirdi. “Köyü nere?” diye sorduğumu anımsıyorum. Yakınsa hemen gideceğim. “Bozkır’ın Meyre köyü, düzgün yol yok. Bir kamyona rastlasan en az bir günlük yol. Hem siz Burdur’un hangi köyünde öğretmensiniz? Orda Doktor Enver Barlas’ı tanır mısınız? Onun eşi benim kardeşimdir…” Haydiii; Oğuz Tansel yok ama evi var. Bir çayını içtim. Çocuklar küçük daha. Yıl ‘53.

Tanışmanın değil, tanışamayışın öyküsünü böyle uzun, niçin anlatıyorum; çok etkilenmiştim kitabından. Folklor yanı güçlü, bilinç ışığında durulmuş, yepyeni söyleyişlerin ustalığında, bilenmiş çelik bir şairdi O; ama bilir miyim nerelerden geliyor; nerelere sardı yolu? Sadece bir sezgiydi benimki. Oğuz Tansel şiiri ciddiye alan şairlerin hasındandır. Ancak üç yıl sonra olabildi tanışmamız.

Gazi Eğitim bitince Sivas’ta, Hafik’te çalıştım. Askerlik yapmaya Konya’ya geldim. İlk işim tabii, hemen otobüsten inince, bavulumu Selçuk Oteli’ne atıp, kıtama teslim olmadan Oğuz Tansel’i aradım. Bu kez buldum. Sanki on yıldır, yirmi yıldır tanışıyoruz. Üstünden fırtınalar eşmiş, seller geçmiş, ama hiç mi hiç zarar görmemiş bir dostluğu sürdürür gibi başlayıverdik.

Oğuz Tansel’in, hani halk arasında derler ya, kocaman, mangal gibi kocaman bir yüreği vardı. Isıtırdı insanı. Kabına sığmayan bir kişilik. Ama taşra koşulları içinde hem de o zamanın Konya’sında çok çektiriyorlardı. Adım adım izlenmesi, rahat konuşmasının,  gezmesinin Ortaçağ kafasıyla engellenmesi bir yana, çarşıdan kandırılmış çırakları ardına düşürüp “Defol git burdan komüniiiiiiist!” diye bağırtıyorlardı. Kimi zaman Şehir  Kulübü’nde yüksek bürokratlarla bezik oynamaya sığınmak zorunda kalıyordu.

Eski Halkevi kitaplık olmuştu güya. Orda bir şiir gecesini anımsarım. Bir yarışma açılmış, derece alanlara ödüller verilecek. Ankara’dan Sunullah Arısoy’la Arif Nihat Asya gelmiş. Şair dediğin biraz abartıcı olmaz mı; Sunullah birinci gelen kızın şiirini biraz fazla övdü, şimdiye kadar böyle şiir yazılmadığını söyledi. Sen misin? Büyük üstat Arif Nihat Asya hemen ayağa kalktı: “Bu söz Türk şairlerine hakarettir, solculuk taktiğidir!” Yandaşları ayağa fırladı, bağırıyorlar: “Moskova’ya! Moskova’ya!” Yedek subay giysilerimizle iki arkadaş,
hem de Oğuz, Terzi Mehmet Usta; Sunullah’ı alıp Oğuz’un evine götürdük, İki gün sonra da komutanlıkça sorguya çekildik, ne işimiz var Konya komünistlerinin arasında?

27 yıllık CHP diktatörlüğü denirdi. Nazım Hikmet cezaevine atılmıştı, Sabahattin Ali Trakya’da öldürülmüştü. Kötüden de kötüydü gerçekten; ama eteri gitti beteri geldi. Yurt yönetimini CHP’den kapıp alan DP aydınları daha kötü bunaltıyordu. Ezip sıkıp cibresini çıkarıyordu. İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde zor olan durum, Konya gibi, Sivas gibi taşra şehirlerinde, hele daha küçük bir avuçluk yerlerde bin kez zordu. İnsanın çevresi seyrelir. Basım yayım olanakları yoktur. Yazdığın basılmaz; basılan okunmaz, okutulmaz, kurur gidersin. Çok çok, bozkırın sarı buğdayı gibi özünü içine kitler, öyle küçük, tıkız kalırsın. Gene de demeli ki, o buzlarda, ayazlarda Oğuz Tansel kabuğunu çatlatıp yeşermeyi başarabildi.

Savrulmayı Bekleyen Harman”ın ardından “Gözünü Sevdiğim” şiir kitabı, ardından şiir gibi bir dille yeniden yazdığı masallar geldi; bunlar birbirini izledi. Masalların çoğunu kendi, o güne kadar derlen­memiş yerlerden derlemişti. Boratav Hoca’nın öğrencisiydi. Biliyordu o işi, Oğuz Tansel’in masal çalışmaları bilmem ki tümüyle basıldı, gün ışığına çıktı mı? “Üç Kızlar”, “Altı Kardeşler”, “Yedi Devler”, “Al’lı ile Fırfırı”, “Mavi Gelin”… Bu çalışmalarından ötürü Türk Dil Kurumu ödülü aldı. Oğuz’un Metin Eloğlu ile birlikte Bektaşi gülütlerini şiirleştirmesi vardır. Her biri birer Rodin yontusu olan bu yapıtların yeterince ayırdına varıldı mı?

Türkiye’de temel altyapı gibi sanatın, düşüncenin iklimi ve ortamı da bozuktur. Yazın sanatının düzeni ise daha bozuktur. Egemen güçlerin devleti Ortaçağ kafasıyla seni ezerken, büyük merkezlerdeki yazarlar, şairler topluluğu da sadece birbirine pas verir, taşradaki arkadaşlarını görmez. Kısaca, Türkiye böylesine çalışkan çoçuklarını kucağına alıp, bağrına basıp hoplatacağı yerde, elinden geldiğince ezer. Danimarka’nın Hans Christian Andersen’i de bir şairdi başlangıçta. Büyük şairler çeviri yapar, oyun yazar, masal yazar; bu gelenektir. Dil bu yapıtlarda, tıpkı şiirdeki gibi daha bir güzel çiçeklenir. Ama bizde çiçeklere basmak nerdeyse töredir. Bizde bu kapitalist bozuntusu koşullarda insan ancak bu kadar gelişebilir. En gelişeni hapislerde çürür, mahkeme kapılarında sürünür, öldürülür. Sıfıra sıfır, elde var sıfır gibidir sonuç.

Bu kadar karamsar olmalı mı? Kuşkusuz hayır. Ama gerçek budur. Gene de bu gerçek içinde, şairlerinden daha çok, karanlıklar içinde bırakılan, ezilen halk sahip çıkar şairine. Ama sahip çıkma, Sivas yangınındaki gibi iş işten geçip gittikten sonra olur, çoğu zaman.

Oğuz’un çabalarını anlatırken, öğrencilerini de saymak gerekir. Hani iyiliği, yani hizmeti at denize balık bilmezse halik bilir derler ya, at denize, halk bilir derim ben de. Oğuz’un her koşulda sevdiği halkımızca da sevilen öğrencileri… Sanırım erken gelmişlerdendi biraz, dünyaya. Bir Kazdağı gezimizi anımsarım birlikte; asıl o özgürlük ortamında kırmızısı karaya çalan katmer gülleri gibi yediveren açılıyordu. Dağlarda, söylenceler ortamında bambaşka bir insan oluyor­du. Oğuz’un yitimini Türkiye sessiz, yankısız geçiştirdi. Biz bu cins aydınlarımızın değerini sanırım çok sonra anlayacağız.

Baykurt, Fakir (1996)  “Çile Eri Oğuz Tansel,” Üç Kanatlı Masal Kuşu: Oğuz Tansel, (Derleyen: Metin Turan) Birinci Basım, Ankara: Ürün Yayınları.